NORMAL OLMAK VARKEN NEDEN MUTLU OLASIN - JEANETTE WINTERSON


          2015 yılında kitap fuarından aldığım ve bir nedenle okumayı sürekli ertelediğim, elime her aldığımda daha zamanı değil dediğim bu kitap bende yeni bir düşünceye sebep oldu. Kitapları doğru zamanda okumak gerekli . Özellikle de bu denli etkili kitaplar içinde bulunduğumuz ruh hali ile çok farklı şekillerde algılanabiliyor. Ertelemekle kesinlikle doğru kararı vermişim, çünkü aldığım tarihten bir kaç ay önesine kadar olan o arada okusaydım, içeriği çok başka bir boyutta algılayacaktım ve etkisi farklı olacaktı.
Kitap, yazarın evlat edinilmesinden günümüze kadar olan süreci, tüm samimiyeti ile yazdığı, bir noktada sanki karşınızda anlatıyormuş gibi hissetmenize neden olacak kadar doğal ve samimi hissettiren bir çalışma. 
          Yazar henüz bir bebekken annesi tarafından başka bir aileye evlatlık olarak verilir. Kendisini evlat edinen aile aslında Paul isimli bir erkek çocuğu için görüşmeler yapsada sonuç olarak yazarı alırlar ve bu durum üvey anne tarafında ciddi sorunlara neden olur. Yaşamı, ölümün ön hazırlık evresi olarak gören, oldukça dindar, eve dini kitaplar dışında kitap girmesine hatta okunmasına bile izin vermeyen, aksi durumda bulduğu kitapları yakmaktan çekinmeyen, gerçek anlamda ciddi psikolojik sorunları olan bir anne. Ve bu annenin söylediklerini yapmakla yükümkü gibi davranan bir baba. Evlatlık olduğu her defasında “yanlış beşik” deyimiyle dile getirilen, her gece incilden alıntılar okunarak büyütülen, bir dönem eşcinselliği yüzünden içinde şeytan olduğu iddiası ile kilisede çeşitli işkencelere maruz kalan, annesinin kendisini dövmek istemediği için kemer, sopa ya da hangi yöntemse belirleyip babasına dövdürdüğü ve bir erkek çocuğu gibi yetişen Jeanette Winterson. Bu süreçlerin üzerine birde eşcinsel olduğu gerçeği ile başedemeyen annesi ile 16 yaşında yolunu ayırır. Bir süre bir karavanda, bir süre bir arabada yaşar ve okula devam eder. Bu arada, tüm bu olumsuzluklardan kaçma yöntemi ise kitaplara sığınmaktır. Yaşadığı yerde bulunan kütüphanede alfabetik sıra ile tüm yazarların kitaplarını okumaya başlar. Okumak ona iyi gelmektedir ve iyileştirmektedir. Bir gün oxford edebiyat bölümüne girene kadar bu göçebe hayatı devam eder. Sonrasında ardarda kitaplarını yayınlamaya başlar ve okuyan her kaybolmuş ruh için ilham kaynağı olur. Ve olmaya devam etmektedir.
          Bundan öncekileri bilmeden edindiğim bu kitabı ile tanıştım yazarla. Diğer kitaplarını okumak ister miyim bilmiyorum, kötü olduğundan değil aksine gerçekten o kadar iyi ifade ediyor ki yaşadıklarını. Gerçekliğinden zerre kadar kuşku duymuyorsunuz. Ama bana yeterli gibi hissettirdi. Kitabın başında tanıştığım ve sonunda geldiği yeri gördüğüm kadını sevdim ben. Ve bu haliyle kalsın istiyorumdur belki. Bazen çokta anlam aramamak lazım sanırım, hissedilenler yüklenen anlamlardan daha derin olabiliyor ve ben bu kitapta böyle bir ruh hali içindeydim.
          Yazarın hayata karşı duruşu, bir noktada hayatından vazgeçmesi ve sonra bence çok daha güçlü geri dönüşü. Bunlar bir çok okuyucu için inanıyorum ki ilham verici olacaktır. Bu kitapla ilgili yazabileceğim çok şey var ama onun yaşamını yorumlamak doğru gelmiyor. Kitabı sevdim, ifadelerinin gücünü sevdim, yazarın bu kadar güçlü durabilmesini ve bunu kelimelerle bu kadar iyi ifade edebilmesini sevdim.
          Ayrıca, kitabın ismi ilgilimi çok çekmişti, sonra arka kapaktaki kısa yazı ile almaya karar verdim ama okumaya hazır değildim. Okumaya başladıktan sonra kitap ismini ben çok farklı yorumlamaya başladım. Yaşadıklarından yola çıkarak yazar tarafından anlamlandırmaya çalıştım ve bence yaptımda. Ama bir yerde nereden geldiğini görünce üzülmedim desem yalan olur.
          Bir çok satırın altını çizdim, bir çok yere yorumlar yazdım, bir çok soru ekledim ya da cevaplar yazdım. Benim için bundan daha iyi bir okuma olamazdı. Biliyorum kitap için oldukça sığ bir yorum ama belki okuyunca birileri beni bu konuda anlayacaktır. İnsan bazen söyleyecek şey bulamaz ya onun gibi işte...
Keyifli okumalar...
29/09/2018


ALTINI ÇİZDİKLERİM;

  • Yaşamımın büyük bölümünde çıplak elle dövüştüm. Kazanan, en sıkı vurandı. Çocukken dövülmüş ve asla ağlamamak gerektiğini erkenden öğrenmiştim.”

  • Evimizin ışıkları açık. Babam gece vardiyasında, dolayısıyla annem yatabilir ama yatıp uyumuyor. Bütün gece İncil okuyacak, babam eve dönünce beni içeri alacak, hiçbir şey söylemeyecek, annem hiçbir şey söylemeyecek ve insanın çocuğunu bütün gece dışarda bırakması normalmiş gibi davranacağız.”

  • Evlat edinilen çocuklar kendi kendilerini yaratırlar, buna mecburuz çünkü; yaşamlarımızın başlangıcında bir noksanlık, bir boşluk, bir soru işareti vardır.”

  • Bir şeylerin eksik olduğu duygusu sizi asla, hiçbir zaman terk etmez – terk edemez, etmemeli de, çünkü bir şey gerçekten eksiktir.”

  • Kızgın bir nefret değil, insanı içten içe kemiren, zehirli, uysal bir içerleme...”

  • İçim çoğu zaman hiddet ve çaresizlikle dolup taşardı. Daima yalnızdım. Buna rağmen hayata sevdalıydım.”

  • Kapı üzerime kilitlenip dışarıda bırakıldıysam ya da en gözde cezayı yiyip kömürlüğe kapatılmışsam, öyküler uydurur, soğuğu ve karanlığı unuturdum. Bunlar hayatta kalmanın yolları biliyorum ama belki de tamamen kırıldığını, arızalandığını inkar etmenin, yadsımanın bir yolu...”

  • Mutlu anlar harikadır, ama mutlu anlar geçip gider – geçip gitmek zorundalar- çünkü zaman geçer.”

  • Dünyada hiç ilgilenilmemiş bu yüzden de bir türlü büyüyememiş bu kadar çok çocuk olduğu için üzgünüm. Yaşlanıyorlar ama büyümüyorlar. Bunun için sevgi gerek.”

  • İki tür yazma eylemi olduğunu fark etmek epeyce zamanımı aldı: bir senin yazdığın, bir de seni yazan. Seni yazan tehlikeli. Gitmek istemediğin bir yere gidiyorsun. Bakmak istemediğin bir yere bakıyorsun.”

  • Yuva benim için sorunlu bir kavramdı. Ne düzeni temsil ediyordu, ne de güveni sağlıyordu.”

  • En iyisi mesafeye ve mahremiyete duyduğum, ölçüsü tamda belirlenmemiş gereksinimi olduğu gibi kabul etmek.”

  • Sevgi güvenilmez bir şeyse, sen de bir çocuksan, sevginin doğasının – niteliğinin- güvenilmezlik olduğu sonucuna varıyorsun. Başlarda aldığın sevgi zihnine yerleşen sevgi kavramı oluyor.”

  • Kendi yaşamımızda birer sığınmacı gibiydik...”

  • Her oyunda mutlaka bir joker vardır. Benimde kitaplarım vardı. Sahip olduğum en önemli şey de kitapların sağladığı dildi. Güçlükleri söze dökmek için bir üslup.”

  • En tehlikeli, en istikrarsız günlerimde bir kitap sayesinde dengemi buldum ve kitaplar birer sal misali beni kurtardı, beni sırılsıklam, darmadağın eden duygu gelgitlerinin üstünden aşırdı...”

Orjinal Adı: Why Be Happy When You Could Be Normal
Yazar : Jeanette WINTERSON
Sayfa Sayısı : 215
Yayınevi : Sel Yayıncılık
Yayın Tarihi : 2015
Çeviri : Püren ÖZGÖREN
Tür : Deneme




                                                                                                                                        

YAZAR HAKKINDA;
1959’da İngiltere’nin Lancashire kentinde doğdu. Halen Londra’da yaşamakta ve hayatını yazarlıkla kazanmaktadır. İlk romanı Oranges Are Not The Only Fruit büyük başarı kazanmış ve sinemaya uyarlanmıştır. Öteki kitapları arasında Written On The Body, Boating For Beginners, Sexing The Cherry (Vişnenin Cinsiyeti, İletişim 1994) ve Art and Lies sayılabilir. The Passion (Tutku), 1987 John Llewellyn Rhys ödülünü kazanmıştır.
Devamını oku »

BİR KADININ YAŞAMINDAN 24 SAAT - STEFAN ZWEIG


      “Korku” yu bitirdikten 2-3 gün sonra okuduğum bu kitapla birlikte Zweig bende çok daha fazla yer edinmeye başladı.
      Bu kitabında yine kahramanımız bir kadın ve yine oldukça kısa bir eser. Zweig'ın eserlerindeki sayfa sayılarına takılmamam gerektiğini “Korku” da net bir şekilde anladım. Çünkü her anlamda o kadar güçlü ve detaylı tasvirleri var ki, hem karakterlerin iç dünyalarında ki o inanılmaz derinliğin içinde hem de tasvir ettiği mekanda hissetmemek mümkün değil. Bu noktada sayfa sayısı önemini tamamen yitiriyor.
     Anlatıcımız arkadaşları ile Riviera'da bir pansiyonda kalmaktadır. Daha sonra aralarına, kendisini pekte tanımadıkları ama tanıdıkça hayran kaldıkları genç bir adam katılır. Yine derin ve keyifli sohbetlerin yapıldığı bir akşam büyük bir skandal (!) yaşanır. Pansiyonda kalan, evli ve iki çocuklu bayan Henriette ile herkesi kendine hayran bırakan o genç bey birlikte kaçmışlardır. Bir süre tüm sohbet konuları bunun üzerine olur ve bu süreçte yalnızca anlatıcımız bayan Henriette'i yargılamaz, aksine sonuna kadar savunur. Bu sohbet arkadaşlarının içinde bulunan ve yaşlı bir bayan olan bayan C. ise bu savunma durumundan yola çıkarak yıllarca içinde sakladığı ve kimseyle paylaşamadığı büyük bir sırrını paylaşmaya karar verir. Amacı aslında kendini özgür kılmaktır. Anlatıcımız bunu büyük bir onur duyarak kabul eder ve bu şekilde yine bambaşka bir ruhsal alemin kapıları aralanır. Bayan C. nin eşi öldükten sonra, evde kalmamak için sürekli gezme kararı ile gittiği Monte Carlo'da yolu genç bir kumar düşkünüyle kesişir. Bu karşılaşmayı bir çift ele ne kadar çok anlam sığdırılabileceğini görerek okuyoruz. Ve sonrasında herşeyini kumarda kaybeden bu genç adamın vücut dilinden, kendi ölümüne doğru yola çıktığını anlar. Buna göre göre izin vermek istemez ve onun peşinden gider. Amacı ona yardım etmektir ama vardığı ilk nokta hayatından vazgeçmiş bir adamda yeniden yaşama dönmesi olur. Bir taraf kelimenin tam anlamıyla hayattan vazgeçmişken diğer taraf onda hayatı bulur ve inandığı tüm doğruları, inançları herşeyi bir kenara bırakıp bu hayatı yaşamak ister. Ancak hiçbirşey düşündüğü gibi olmayacaktır.
     Bayan C.'nin iç dünyası ve ifadelerinde gördüğüm, hayatımız boyunca inançlarımızla, çevremizden gördüklerimiz, öğrendiklerimiz ve deneyimlediklerimizle çizdiğimiz o keskin çizgilerin bir anda nasıl kaybolabildiği oldu. Tüm o mutsuzluğu ve kaçışlarına, içinde uyanan tutku ile kendince bir son vermek istediğinde ise o çizgilerin onu muhtemelen tehlikelerden nasıl koruduğuda insanı ikilemde bırakan yanı sanırım. Güvenli bölgede kırılmadan süren bir yaşam mı ? Duyguların peşinden gidip risk almak mı? Bu soruya bir cevap aramıyor kitap, bunlar benim sorularım oldu. Bayan C. için bir diğer ihtimal bu adamı kaderine terketmek olacaktı ama o zamanda mutlaka farklı biri olarak yaşayacaktı. Yaşadığımız her kötü olay bizden birşeyleri eksiltirken aslında başka şekillerde katkı sağlıyor. Ve tam tersi içinde geçerli bu tabi. İşte böyle, kitabın konusu geçmişte bir anısını anlatan yaşlı bir kadın gibi görünürken insan kendini değişik sorular içinde buluveriyor. Kesinlikle Zweig'ı sevmemin en büyük nedenlerinden biri bu. Bir diğer nedense kesinlikle tasvirlerindeki derinlik ve yarattığı gerçeklik hissi.
     Korku'yu okurken, Zweig'ın, bir kadının iç dünyasına bu denli hakim oluşuna, bu denli iyi tanımlayıp ifade edişine gerçekten hayran kalmıştım. Bu eseriyle birlikte bu hayranlığı katlamış olabilirim. Tamam, karmaşık görünebiliriz ama bilimsel olarak bakınca öngörülemez ya da anlaşılamaz değiliz. Zweig ise tüm bu profesyonel tanımları aslında anlayabileceğimiz şekilde ve satırlar süren tasvirlerle anlatıyor. Bana, bayan C. nin kalbini, ruhunu tüm detaylarıyla bu kadar güzel açabilmesi kesinlikle gerçek bir yetenek olduğunun göstergesidir.
     Ayrıca son bir detay eklemek isterim ki bence önemli; yazıldığı tarihlere baktığımızda gerçekten çağının ötesinde bir fikir insanı olduğu oldukça açık diye düşünüyorum. Aldığı felsefe eğitimininde bunda kuşkusuz rolü vardır. Bu eserde, cinsellik konusunun ahlak kuralları dışında tutulup öznelleştirilmesi, kişi tercihlerine saygı duyma boyutunda ifadesi ve cinsiyetçilik karşısında duruşu, yazıldığı tarih düşünüldüğünde oldukça etkileyici bir bakış açısı ve düşünce şeklidir.
     Ruhlarımızdan, kalplerimizden, duygularımızdan, dünyalarımızdan birşeyler bulabileceğimiz; bizden... Yargılamadan, olduğu gibi, yazdığı gibi, hissettirdiği gibi...

Keyifli okumalar.
18/09/2018


Yazar : Stefan ZWEIG
Sayfa Sayısı : 96
Yayınevi : İndigo Kitap
Yayın Tarihi : 2018
Çeviri : Ogün Duman
Tür : Öykü


ALTINI ÇİZDİKLERİMDEN;

  • "Bir kadının,hayatının bazı anlarında istemeden ve farkında olmadan bazı gizli güçlerin esiri olabileceği gerçeğini reddetmesinin altında; insanın kendi iç güdülerinden,doğasındaki şeytanlıklardan korkmasının yattığını, bazı insanların kendilerini "kolay baştan çıkarılanlar"dan daha güçlü,daha namuslu,daha temiz hissetmekten zevk aldıklarını söyledim."
  • "Ben şahsen bir kadının özgürce ve tutkuyla içgüdülerinin peşine takılmasını, genellikle alışılageldiği üzere, kocasının kollarında onu kapalı gözlerle aldatmasından daha dürüst bulurum."
  • "Tüm acılar korkaktır, kendisinden daha güçlü olan yaşama isteği karşısında geri çekilir, çünkü bedenimizin her hücresinde yerleşmiş olan yaşama isteği, ruhumuzdaki ölüm tutkusundan çok daha güçlüdür.”
  • Beklenmedik şeyler yaşamış bir insan için ‘imkânsız’ sözcüğünün anlamı kalmamıştır.”
  • belirli bir hedefi olmayan her hayat bir hatadır.”
  • Minnettarlık, insanlarda bu duyguyu görmek çok enderdir ve özellikle en çok minnet duyan insanlar bu minnetlerini ifade edemezler, şaşırmış bir şekilde susarlar, utanırlar ve bazen duraklarlar, duygularını saklamak için.”
  • Kibirle, şımarıkça, ruh, fikir, duygu dediğimiz, ıstırap dediğimiz şeylerin aslında ne kadar da zayıf, zavallı, acı veren şeyler olduğunu korkuyla hissediyorum, çünkü bunlar en üst düzeyde bile olsa acı çeken, kıvranan insan bedenini tamamen yok edemiyor.”
  • Beni o kadar çok yaralayan şey, hayal kırıklığıydı.”
  • Bir yüreğin adamakıllı sarsılabilmesi için her zaman ille de kaderin güçlü bir tokadı ya da her şeyi sert bir şekilde söküp atan bir güç gerekmez; hatta gelişigüzel nedenle yıkımı yaratmak, kaderin ele avuca sığmaz heykeltıraş isteğini tahrik eder. Biz insanoğlu, kendi anlaşılmaz dilimizde bu ilk hafif dokunuşlara bahane deriz ve onun o küçücük cüssesiyle çoğu zaman muazzam etkili gücüne şaşar kalırız; fakat bir hastalık nasıl sinsice ortaya çıkarsa, bir insanın kaderi de ancak her şey gözle görülür hale geldiğinde ve olaylar başladığında kendini belli eder. Kader, yüreğe dıştan dokunmadan çok önce beyinde ve kanda içten içe ilerler her zaman.”





                                                                                                                                             

YAZAR HAKKINDA;
Ülkemizde Satranç adlı kısa öyküsüyle ve psikolojik tahlillerle desteklediği muhteşem biyografi eserleriyle tanınan Avusturyalı roman, tiyatro, biyografi yazarı ve gazeteci Stefan Zweig, 28 Kasım 1881 yılında Viyana’da doğdu. Stefan Zweig kitapları birçok türde kendilerinden söz ettirmektedir. Zweig; öykü, roman, ve tiyatro oyunu dışında biyografi ve deneme kitapları da yazdı. Stefan Zweig eserleri arasında ayrıcalıklı bir konumda olan biyografilerde yazar; edebiyat, felsefe ve siyaset alanında öne çıkan isimlerin hayatını kaleme aldı. Bu biyografiler arasında “Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski”; “Kendi İçindeki Şeytanla Savaşanlar: Hölderlin, Kleist, Nietzsche”; Marie Antoinette, Magellan, Amerigo, Fouche, Erasmus, Stendahl eserleri dikkat çekmektedir Stephen Zweig, II. Dünya Savaşı yıllarında Avusturya’nın İlhakı (Anschluss) neticesiyle Yahudi asıllı olması nedeniyle ülkesinden sürüldü. Sürgündeki ilk hayatına İngiltere’deyken başlayan yazar daha sonra Brezilya’ya gitti ve 2. Evliliğini yaptığı Lotte Altman ile Rio de Janeiro’ya yerleşti. Yazar, Hitler’in getirdiği faşist dünya düzeninin değişmeyeceğini sanarak büyük bir kedere ve umutsuzluğa kapıldı ve eşiyle birlikte intihar etti.


Devamını oku »

KORKU - STEFAN ZWEIG


     23 yaşında felsefe doktorasını tamamlayıp, yazmaya başlayan Zweig, bir çok başarılı eseri kaleme almasının ödüllerle taçlandırıldığı Zweig, nazi zulmüne karşı durup düşüncelerinden ödün vermeyen Zweig, zulümden kaçmak adına vatansız kalan ve bunun acısını çeken Zweig, Rolland ile savaş karşıtlığına öncülük eden Zweig, bir yandan kitapları yakılırken diğer tarafta yazmaktan vazgeçmeyen Zweig, vatanından uzaklarda, Montaigne'nin “ En gönüllü ölüm, ölümlerin en güzelidir.” alıntısından ilham alarak sevdiği kadınla aynı zehir şişesini paylaşan Zweig, gelecekle ilgili tüm umutsuzluğu, yorgunlukları ve yürek acıları ile son nefesini veren Zweig... Kitaplarından önce hayatını, dostlarını, paylaşımlarını, yaşamına dair olabildiğince tüm detayları okumak...Bu şekilde sana dair okuduğum her satır çok daha anlamlı, çok daha derin, çok daha etkileyici. Ve yine Freud...Freud'un Zweig ile olan dostlukları, zaman zaman kitap karakterlerini yaratırken aldığı destek ve onun düşüncelerinden etkilenerek yaptığı analizler. Kitabı okurken bu kadar tanıdık gelmesinden anlamam gerekirdi. Zweig'ın muhteşem psikolojik analizlerinin yine aynı güzellikle kelimelere dökülmesi ve zaman zaman hissedilen hafif bir Freud esintisi. Büyük yeteneklerin birbirlerinden edindikleri ile ortaya çıkan eserlerin eşsizliği ise su götürmez bir gerçek.
     Uzun zamandır Zweig okumaya başlamak istiyordum ancak elimde bekleyen çok kitap vardı. Hala var ama ben dayanamadım ve “Korku” ile başladığım Zweig okumalarım, uykusuz okumalara ve oradan bu “nasıl ifade etsem bilemiyorum” dediğim satırlara dönüştü. Yaptığım en doğru şey önce hayatını okumak oldu ve ilk tavsiyemde ısrarla bu olacaktır. Ancak bu şekilde bir kesimin iç karartıcı olarak ifade ettiği satırların derinliklerini anlamak mümkün.
     Kitap konusu, öyle arka kapak okunup “eşini aldatan bir kadının hikayesi” şeklinde tanımlanamayacak kadar derin. Irene dönemin burjuva sınıfına dahil, bir savunma avukatı ile 8 yıldır evli, 2 çocuk annesi bir kadındır. Bir noktada heyecanını yitirdiğini düşündüğü evliliğini alt sınıftan bir piyanistle kurduğu dostlukla tehlikeye atmıştır. Bir gün sevgilisinin evinden ayrılırken yine alt sınıftan bir kadının onu tanıdığını farkeder. Bu endişe ile yaşadığı ilişkiyi sonlandırma düşüncesi içindeyken aynı kadının şantajları başlayacaktır. Irene bir yandan bu şantajlar nedeni ile psikolojik olarak tamamen dağılırken bir yandan da hayatı, çocukları ve evliliği ile ilgili sorgulamalar içerisine girecektir. Tüm bu konularda yeni farkındalıklar oluşacak ve bunlar Irene'i çok daha çıkmaz bir yola sürükleyecektir.
      Kitap oldukça kısa ancak okumak biraz uzun sürebiliyor. En azından ben bir kerede bitiremedim. Öyle kısa oluşu sizi aldatmasın, kitap, okurken bir an kopup kendi yaşamımıza döndüğümüz, kendi içimize şöyle bir göz atıp Irene'in sorgulamalarına ve farkındalıklarına kendi hayatımızdan karşılıklar bulmaya başladığımız anlar yaratıyor. Bu noktada alışılagelenden uzun bir okumaya neden oluyor. Genel karakter olarak oldukça kasvetli bir havası var. Ama okuyucuyu öyle aşağıya da çekmiyor aksine düşündürüyor. Bir diğer beğendiğim tarafı ise, Zweig'ın, sıradan gibi görünen bu konuyu “bir erkek bir kadının iç dünyasını nasıl bu kadar iyi anlar ve ifade edebilir” diyecek kadar derin ve çok yönlü tahlil etmesi ile oluşan sürükleyicilik. Son satırlara kadar gerilimi arttırarak, son satırlarda ise beklenilenden çok farklı bir sonla bizi karşılıyor Zweig. Çok okumanın da kitap sonlarını tahmin etmeye yetmeyeceğinin en güzel kanıtı olsa gerek.
Piyanist kitabın sayfaları arasında tamamen unutulup gidiyor, haklı haksız, doğru yanlış, iyi kötü tüm değerler ne olduğunu anlamadan yer değiştirmeye başlıyor. En suçlu görünen Irene, bir noktada en derinlerde hissedilen, kendisi için iyi hisler beslenen, kurtarılması için hep bir gelişme beklenen karakter haline dönüşüyor. Kitapta anlatılan bir aldatma hikayesi değil, Irene'in yaşadıkları ile iç dünyasında meydana gelen o inanılmaz çöküşün ilmek ilmek işlenmesi. Hiçbir karakterin fiziksel özellikleri vurgulanmıyor, adı olan sadece Irene ve eşi Fritz. Önemli olan eylemin sonucu ve yarattığı psikolojik yıkım.
     İtiraf edememenin sebep olduğu vicdan azabı, yakalanma korkusundan kaynaklanan o büyük huzursuzluk, herşey ortaya çıktığında olacaklar nedeniyle duyulan kaygı. Aslında tüm bu duyguların özünde olan “KORKU”... Ve bu korkudan kaynaklanan itiraf edememe. Kısır döngü ve yaşamadan bilinemeyecek bir sonu zamana bırakıp beklemek.
     Nasıl bakmak istediğinizle ilgili olduğunu düşündüğüm bir diğer tarafı ise halkın sınıflara ayrılması ile ortaya çıkan farklılıklar ve zaman zaman bunların çeşitli tasvirlerle ortaya konması. Ancak ben daha çok psikolojik yönüne ağırlık vererek okumayı tercih ettiğim için bu kısmı üzerinde çok durmadım. Kitabı okurken bir yerden sonra tüm yan karakterlerin ve detayların unutulması üzerinde durulması gerekeni ister istemez Irene'in iç dünyası yapmakta, yani aslında Zweig bizim yol haritamızı olmasını istediği gibi en baştan şekillendirmiş diye düşünüyorum.
     Zweig'ın bir dönem kendisinde teselli bulmaya çalıştığı Goethe der ki “Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir.” Zweig'ın hayatını okurken bu alıntı aklıma geldi. Ne kadar uygun düştü Zweig için. Ve Zweig alıntılarında en çok etkilendiğimse “ bütün yalnızlar gibi özgür ve bütün özgürler gibi yalnız” ifadesi oldu. Zweig okumaya devam edeceğim, tavsiye ediyorum, asla kayıp olmayacaktır.

Keyifli okumalar;
11/09/2019

KİTAPTAN ALINTILAR;


  • Korku cezadan daha berbattır, çünkü ceza bellidir, ağır veya hafif; bilinmeyene, sınırlandırılmışa kıyasla ceza, daha az ürkütür. Cezasının ne olduğunu anlayınca kız rahatladı. Ağlaması seni şaşırtmasın: Gözyaşları şimdi dışarıya akıyor, daha önce içeride birikip kalmıştır. İçerdeki gözyaşları dışarı akandan daha fenadır.”

  • Korku cezadan çok daha beterdir, çünkü ceza bellidir, ağır da olsa, hafif de, hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar, o sonsuz gerilimin ürkünçlüğü kadar kötü değildir.”

  • Belki de... Utançların en büyüğü... İnsanın kendine en yakın bildiği kimselere karşı duyduğu utançtır.”

  • Zamanın çoktan sildiği bir hata için cezalandırılabilir miydi insan ?



Orjinal Adı: Angst
Yazar : Stefan Zweig
Sayfa Sayısı : 95
Yayınevi : İndigo Kitap
Yayın Tarihi : 2018
Çeviri : Ogün Duman
Tür : Öykü ( Hikaye)


                                                                                                                  
YAZAR HAKKINDA;

Ülkemizde Satranç adlı kısa öyküsüyle ve psikolojik tahlillerle desteklediği muhteşem biyografi eserleriyle tanınan Avusturyalı roman, tiyatro, biyografi yazarı ve gazeteci Stefan Zweig, 28 Kasım 1881 yılında Viyana’da doğdu. Stefan Zweig kitapları birçok türde kendilerinden söz ettirmektedir. Zweig; öykü, roman, ve tiyatro oyunu dışında biyografi ve deneme kitapları da yazdı. Stefan Zweig eserleri arasında ayrıcalıklı bir konumda olan biyografilerde yazar; edebiyat, felsefe ve siyaset alanında öne çıkan isimlerin hayatını kaleme aldı. Bu biyografiler arasında “Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski”; “Kendi İçindeki Şeytanla Savaşanlar: Hölderlin, Kleist, Nietzsche”; Marie Antoinette, Magellan, Amerigo, Fouche, Erasmus, Stendahl eserleri dikkat çekmektedir Stephen Zweig, II. Dünya Savaşı yıllarında Avusturya’nın İlhakı (Anschluss) neticesiyle Yahudi asıllı olması nedeniyle ülkesinden sürüldü. Sürgündeki ilk hayatına İngiltere’deyken başlayan yazar daha sonra Brezilya’ya gitti ve 2. Evliliğini yaptığı Lotte Altman ile Rio de Janeiro’ya yerleşti. Yazar, Hitler’in getirdiği faşist dünya düzeninin değişmeyeceğini sanarak büyük bir kedere ve umutsuzluğa kapıldı ve eşiyle birlikte intihar etti.

Devamını oku »