UYKUSUZLUK - HENRY MILLER


     Aradığım başka bir kitap için dolaşırken arada “Hmmm Henry Miller hiç okumadım bunu bir okuyayım” diyerek edindiğim Uykusuzluk, oldukça kısa, içindeki bir kaç cümlenin keskinliği ve yarattığı derin etkisi dışında öyle eşsiz bir tat bırakmadı. "Yaşantımı hem daha kolay hem de daha gerçek olduğu için yazdım. Yaşamım benim açımdan önemli olduğu için, hayal ürünü olaylar ve kişiler aramaya gerek duymadım." diyen bir yazar oluşunu ise oldukça samimi ve gerçekçi buldum. Ki bunu içindeki resimleri çıkarsak 30 sayfalık kısa anlatısında oldukça net görmek mümkün.

      76 yaşında olan Miller bir kabare sanatçısı olan Hoki Tokuda'ya aşık olur. Henüz aşkının karşılık bulmadığı zamanlarda yaşadığı duygusal süreçlerini okuduğumuz kitap boyunca Miller, Tokuda'ya olan tutkusunun onda yarattığı uykusuzluk halini oldukça samimi bir şekilde anlatır. Her gece onun çalıştığı bara gidişi, başka erkeklerle olan samimiyetlerine katlanması, onunla ilgili karakter analizleri, durumu anlamlandırmaya çalışması, ümitsizce aşkına karşılık beklemesi ile geçen zamanlar. Bu süreçte içine düştüğü uykusuzluk hali ve bu durumun onda yarattığı etkiler. Güven vermeyen ikiyizlü bir kadının aşkla nasıl aklanabilir ve güvenilir olabildiğinin anlatısı. Tüm bunları hem olduğu ve hissettiği gibi hemde yer yer oldukça felsefi ifadelerle kaleme almıştır.

      Kitabın sonunda bir kaç sayfa onun hayatı anlatılmaktadır. Oldukça sorunlu bir annenin varlığı aslında kadınlarla uzun süreli ilişkiler kuramayışını, kullandığı garip ifadeleri ve farklı bakış açılarını açıklar nitelikte. Eserleri içeriklerindeki müstehcenlik nedeni ile Fransa dışındaki ülkelerde uzun süreler yasaklanmıştır. Ancak Uykusuzluk bu anlamda biraz daha farklı bir noktada diyebilirim. Öyle müstehcen satırlar pekte içermeyen, daha çok yaşadığı aşkın, acının, kızgınlığın, yarattığı uykusuzluk durumunun kelimelere dökülmüş hali. Yazar bu süreçte sulu boya çalışmalarla birde uykusuzluk serisi oluşturmuştur. Yani aslında söylediği gibi kendi hayatı ona hem yazı hem resim anlamında ihtiyacı olan malzemeleri sunmuştur. Hayatı boyunca ne bir tek kadına ne de bir yere bağlı kalabilmiştir. Kariyer, düzenli hayat gibi endişelerden uzak, olmak istediği yerde, olmak istediği kişilerle yaşamıştır hayatını. Edebi anlamda aykırı yazıları onu döneminde yasaklı bir yazar yapsa da sonrasında durum değişmiştir.
      Miller okumaya devam eder miyim ? Hayır ancak bu kitap içinde altını çizdiğim, bence oldukça kıymetli satırlar var. Tavsiye noktasında ise tarafsız durmayı tercih ediyorum :)
Okumayı düşünenlere şimdiden keyifli okumalar.
25/11/2018


Orjinal Adı: Insomnia
Yazar : Henry MILLER
Sayfa Sayısı : 62
Yayınevi : Notos Kitap
Yayın Tarihi : 02/2018
Çeviri : Haluk ERDEMOL
Tür : Anlatı





ALTINI ÇİZDİKLERİM;

  • İlkin kırık bir ayak parmağıydı sorun, sonra kırık bir yüz ifadesi, en sonunda da kırık bir kalp. Ancak bir yerlerde söylediğim gibi insan kalbi çok dayanıklıdır, yok edilemez; kırıldığını ancak belleğinde canlandırabilirsin. Asıl tokadı yiyen insanın ruhudur.”

  • Azıyla yetinemediğimiz tek şey aşktır. Ve yeterince veremediğimizde odur.”

  • Peki ben niçin onu bir kelebek gibi iğneyle tahtaya mıhlayıp kendini açık etmeye zorluyordum ki ? Olduğu gibi görünmesi yeterli değil miydi? Hayır, değildi. Daha fazlası ya da daha azı olmalıydı. Algılanabilir ve anlaşılabilir olmalıydı.”

  • Belki de aşık olduğumu sanıyordum yalnızca. Belki de yalnızca açtım, yalnızlık çekiyordum; herhangi birinin oyuncak bir tabancayla vurabileceği bir hedeftim.”

  • Zamansız doğmuş insanlar vardır; ülkesiz,sınıfsız ve geleneksiz doğmuş insanlar vardır. Yaşamı tek başına sürdürmeyi seçenler değil tam olarak; sürgünler, gönüllü sürgünler. Bunlar her zaman da duygusal değildir: belirli bir şeye ait değildirler yalnızca – yani hiçbir yere ait değildirler.”

  • Senin suskunluğunun hiçbir anlamı yok benim için; benim suskunluğum seninkini bastıracak.”

  • Çevremdeki insanlar harika göründüğüm, gittikçe gençleştiğim ve bunun gibi bir dolu zırva laf ediyordu. Ruhumdaki kıymıktan haberleri yoktu. İçi saten kumaş kaplı bir boşlukta yaşadığımı bilmiyorlardı.”

  • İnsanın sırtında deli gömleği varsa aklın bir yararı olmaz.”

  • Tanrı aptalı korur ama ona hiç rahat vermez. Yarını başka bir gün sanır aptal, oysa hiç öyle değildir – hep aynı gündür o gün, aynı yerdir, aynı zamandır. Havada hep fırtına bulutları vardır, görüş uzaklığı sıfırdır. Huzur, Tanrı ve gün ışığı yokken bile mucizelere bel bağlamayı sürdürür o. kabullenmeyi reddettiği şeyse, kendisinin mucizenin ta kendisi olduğudur.”

                                                                                                                                                                       
YAZAR HAKKINDA

Amerikalı yazar Henry Miller, 1891 yılında New York'ta doğdu, 1980 yılında Los Angeles'ta öldü. Gençliği güç koşullar altında geçen ve çeşitli işlere girip çıkan Miller, 1930-38 yılları arasında Paris'te yaşadı, edebiyat ve sanat çevresine karıştı. Romanlarının konularını genellikle kendi fırtınalı özel hayatından aldı ve cesur bir dille aktardı. Başlıca eserleri Yengeç Dönencesi, Oğlak Dönencesi, Kara İlkbahar, Maroussi Heykeli, Anımsamayı Unutma, Seksus, Pleksus, Heksus Üçlemesi'dir.
Devamını oku »

NORMAL OLMAK VARKEN NEDEN MUTLU OLASIN - JEANETTE WINTERSON


          2015 yılında kitap fuarından aldığım ve bir nedenle okumayı sürekli ertelediğim, elime her aldığımda daha zamanı değil dediğim bu kitap bende yeni bir düşünceye sebep oldu. Kitapları doğru zamanda okumak gerekli . Özellikle de bu denli etkili kitaplar içinde bulunduğumuz ruh hali ile çok farklı şekillerde algılanabiliyor. Ertelemekle kesinlikle doğru kararı vermişim, çünkü aldığım tarihten bir kaç ay önesine kadar olan o arada okusaydım, içeriği çok başka bir boyutta algılayacaktım ve etkisi farklı olacaktı.
Kitap, yazarın evlat edinilmesinden günümüze kadar olan süreci, tüm samimiyeti ile yazdığı, bir noktada sanki karşınızda anlatıyormuş gibi hissetmenize neden olacak kadar doğal ve samimi hissettiren bir çalışma. 
          Yazar henüz bir bebekken annesi tarafından başka bir aileye evlatlık olarak verilir. Kendisini evlat edinen aile aslında Paul isimli bir erkek çocuğu için görüşmeler yapsada sonuç olarak yazarı alırlar ve bu durum üvey anne tarafında ciddi sorunlara neden olur. Yaşamı, ölümün ön hazırlık evresi olarak gören, oldukça dindar, eve dini kitaplar dışında kitap girmesine hatta okunmasına bile izin vermeyen, aksi durumda bulduğu kitapları yakmaktan çekinmeyen, gerçek anlamda ciddi psikolojik sorunları olan bir anne. Ve bu annenin söylediklerini yapmakla yükümkü gibi davranan bir baba. Evlatlık olduğu her defasında “yanlış beşik” deyimiyle dile getirilen, her gece incilden alıntılar okunarak büyütülen, bir dönem eşcinselliği yüzünden içinde şeytan olduğu iddiası ile kilisede çeşitli işkencelere maruz kalan, annesinin kendisini dövmek istemediği için kemer, sopa ya da hangi yöntemse belirleyip babasına dövdürdüğü ve bir erkek çocuğu gibi yetişen Jeanette Winterson. Bu süreçlerin üzerine birde eşcinsel olduğu gerçeği ile başedemeyen annesi ile 16 yaşında yolunu ayırır. Bir süre bir karavanda, bir süre bir arabada yaşar ve okula devam eder. Bu arada, tüm bu olumsuzluklardan kaçma yöntemi ise kitaplara sığınmaktır. Yaşadığı yerde bulunan kütüphanede alfabetik sıra ile tüm yazarların kitaplarını okumaya başlar. Okumak ona iyi gelmektedir ve iyileştirmektedir. Bir gün oxford edebiyat bölümüne girene kadar bu göçebe hayatı devam eder. Sonrasında ardarda kitaplarını yayınlamaya başlar ve okuyan her kaybolmuş ruh için ilham kaynağı olur. Ve olmaya devam etmektedir.
          Bundan öncekileri bilmeden edindiğim bu kitabı ile tanıştım yazarla. Diğer kitaplarını okumak ister miyim bilmiyorum, kötü olduğundan değil aksine gerçekten o kadar iyi ifade ediyor ki yaşadıklarını. Gerçekliğinden zerre kadar kuşku duymuyorsunuz. Ama bana yeterli gibi hissettirdi. Kitabın başında tanıştığım ve sonunda geldiği yeri gördüğüm kadını sevdim ben. Ve bu haliyle kalsın istiyorumdur belki. Bazen çokta anlam aramamak lazım sanırım, hissedilenler yüklenen anlamlardan daha derin olabiliyor ve ben bu kitapta böyle bir ruh hali içindeydim.
          Yazarın hayata karşı duruşu, bir noktada hayatından vazgeçmesi ve sonra bence çok daha güçlü geri dönüşü. Bunlar bir çok okuyucu için inanıyorum ki ilham verici olacaktır. Bu kitapla ilgili yazabileceğim çok şey var ama onun yaşamını yorumlamak doğru gelmiyor. Kitabı sevdim, ifadelerinin gücünü sevdim, yazarın bu kadar güçlü durabilmesini ve bunu kelimelerle bu kadar iyi ifade edebilmesini sevdim.
          Ayrıca, kitabın ismi ilgilimi çok çekmişti, sonra arka kapaktaki kısa yazı ile almaya karar verdim ama okumaya hazır değildim. Okumaya başladıktan sonra kitap ismini ben çok farklı yorumlamaya başladım. Yaşadıklarından yola çıkarak yazar tarafından anlamlandırmaya çalıştım ve bence yaptımda. Ama bir yerde nereden geldiğini görünce üzülmedim desem yalan olur.
          Bir çok satırın altını çizdim, bir çok yere yorumlar yazdım, bir çok soru ekledim ya da cevaplar yazdım. Benim için bundan daha iyi bir okuma olamazdı. Biliyorum kitap için oldukça sığ bir yorum ama belki okuyunca birileri beni bu konuda anlayacaktır. İnsan bazen söyleyecek şey bulamaz ya onun gibi işte...
Keyifli okumalar...
29/09/2018


ALTINI ÇİZDİKLERİM;

  • Yaşamımın büyük bölümünde çıplak elle dövüştüm. Kazanan, en sıkı vurandı. Çocukken dövülmüş ve asla ağlamamak gerektiğini erkenden öğrenmiştim.”

  • Evimizin ışıkları açık. Babam gece vardiyasında, dolayısıyla annem yatabilir ama yatıp uyumuyor. Bütün gece İncil okuyacak, babam eve dönünce beni içeri alacak, hiçbir şey söylemeyecek, annem hiçbir şey söylemeyecek ve insanın çocuğunu bütün gece dışarda bırakması normalmiş gibi davranacağız.”

  • Evlat edinilen çocuklar kendi kendilerini yaratırlar, buna mecburuz çünkü; yaşamlarımızın başlangıcında bir noksanlık, bir boşluk, bir soru işareti vardır.”

  • Bir şeylerin eksik olduğu duygusu sizi asla, hiçbir zaman terk etmez – terk edemez, etmemeli de, çünkü bir şey gerçekten eksiktir.”

  • Kızgın bir nefret değil, insanı içten içe kemiren, zehirli, uysal bir içerleme...”

  • İçim çoğu zaman hiddet ve çaresizlikle dolup taşardı. Daima yalnızdım. Buna rağmen hayata sevdalıydım.”

  • Kapı üzerime kilitlenip dışarıda bırakıldıysam ya da en gözde cezayı yiyip kömürlüğe kapatılmışsam, öyküler uydurur, soğuğu ve karanlığı unuturdum. Bunlar hayatta kalmanın yolları biliyorum ama belki de tamamen kırıldığını, arızalandığını inkar etmenin, yadsımanın bir yolu...”

  • Mutlu anlar harikadır, ama mutlu anlar geçip gider – geçip gitmek zorundalar- çünkü zaman geçer.”

  • Dünyada hiç ilgilenilmemiş bu yüzden de bir türlü büyüyememiş bu kadar çok çocuk olduğu için üzgünüm. Yaşlanıyorlar ama büyümüyorlar. Bunun için sevgi gerek.”

  • İki tür yazma eylemi olduğunu fark etmek epeyce zamanımı aldı: bir senin yazdığın, bir de seni yazan. Seni yazan tehlikeli. Gitmek istemediğin bir yere gidiyorsun. Bakmak istemediğin bir yere bakıyorsun.”

  • Yuva benim için sorunlu bir kavramdı. Ne düzeni temsil ediyordu, ne de güveni sağlıyordu.”

  • En iyisi mesafeye ve mahremiyete duyduğum, ölçüsü tamda belirlenmemiş gereksinimi olduğu gibi kabul etmek.”

  • Sevgi güvenilmez bir şeyse, sen de bir çocuksan, sevginin doğasının – niteliğinin- güvenilmezlik olduğu sonucuna varıyorsun. Başlarda aldığın sevgi zihnine yerleşen sevgi kavramı oluyor.”

  • Kendi yaşamımızda birer sığınmacı gibiydik...”

  • Her oyunda mutlaka bir joker vardır. Benimde kitaplarım vardı. Sahip olduğum en önemli şey de kitapların sağladığı dildi. Güçlükleri söze dökmek için bir üslup.”

  • En tehlikeli, en istikrarsız günlerimde bir kitap sayesinde dengemi buldum ve kitaplar birer sal misali beni kurtardı, beni sırılsıklam, darmadağın eden duygu gelgitlerinin üstünden aşırdı...”

Orjinal Adı: Why Be Happy When You Could Be Normal
Yazar : Jeanette WINTERSON
Sayfa Sayısı : 215
Yayınevi : Sel Yayıncılık
Yayın Tarihi : 2015
Çeviri : Püren ÖZGÖREN
Tür : Deneme




                                                                                                                                        

YAZAR HAKKINDA;
1959’da İngiltere’nin Lancashire kentinde doğdu. Halen Londra’da yaşamakta ve hayatını yazarlıkla kazanmaktadır. İlk romanı Oranges Are Not The Only Fruit büyük başarı kazanmış ve sinemaya uyarlanmıştır. Öteki kitapları arasında Written On The Body, Boating For Beginners, Sexing The Cherry (Vişnenin Cinsiyeti, İletişim 1994) ve Art and Lies sayılabilir. The Passion (Tutku), 1987 John Llewellyn Rhys ödülünü kazanmıştır.
Devamını oku »

BİR KADININ YAŞAMINDAN 24 SAAT - STEFAN ZWEIG


      “Korku” yu bitirdikten 2-3 gün sonra okuduğum bu kitapla birlikte Zweig bende çok daha fazla yer edinmeye başladı.
      Bu kitabında yine kahramanımız bir kadın ve yine oldukça kısa bir eser. Zweig'ın eserlerindeki sayfa sayılarına takılmamam gerektiğini “Korku” da net bir şekilde anladım. Çünkü her anlamda o kadar güçlü ve detaylı tasvirleri var ki, hem karakterlerin iç dünyalarında ki o inanılmaz derinliğin içinde hem de tasvir ettiği mekanda hissetmemek mümkün değil. Bu noktada sayfa sayısı önemini tamamen yitiriyor.
     Anlatıcımız arkadaşları ile Riviera'da bir pansiyonda kalmaktadır. Daha sonra aralarına, kendisini pekte tanımadıkları ama tanıdıkça hayran kaldıkları genç bir adam katılır. Yine derin ve keyifli sohbetlerin yapıldığı bir akşam büyük bir skandal (!) yaşanır. Pansiyonda kalan, evli ve iki çocuklu bayan Henriette ile herkesi kendine hayran bırakan o genç bey birlikte kaçmışlardır. Bir süre tüm sohbet konuları bunun üzerine olur ve bu süreçte yalnızca anlatıcımız bayan Henriette'i yargılamaz, aksine sonuna kadar savunur. Bu sohbet arkadaşlarının içinde bulunan ve yaşlı bir bayan olan bayan C. ise bu savunma durumundan yola çıkarak yıllarca içinde sakladığı ve kimseyle paylaşamadığı büyük bir sırrını paylaşmaya karar verir. Amacı aslında kendini özgür kılmaktır. Anlatıcımız bunu büyük bir onur duyarak kabul eder ve bu şekilde yine bambaşka bir ruhsal alemin kapıları aralanır. Bayan C. nin eşi öldükten sonra, evde kalmamak için sürekli gezme kararı ile gittiği Monte Carlo'da yolu genç bir kumar düşkünüyle kesişir. Bu karşılaşmayı bir çift ele ne kadar çok anlam sığdırılabileceğini görerek okuyoruz. Ve sonrasında herşeyini kumarda kaybeden bu genç adamın vücut dilinden, kendi ölümüne doğru yola çıktığını anlar. Buna göre göre izin vermek istemez ve onun peşinden gider. Amacı ona yardım etmektir ama vardığı ilk nokta hayatından vazgeçmiş bir adamda yeniden yaşama dönmesi olur. Bir taraf kelimenin tam anlamıyla hayattan vazgeçmişken diğer taraf onda hayatı bulur ve inandığı tüm doğruları, inançları herşeyi bir kenara bırakıp bu hayatı yaşamak ister. Ancak hiçbirşey düşündüğü gibi olmayacaktır.
     Bayan C.'nin iç dünyası ve ifadelerinde gördüğüm, hayatımız boyunca inançlarımızla, çevremizden gördüklerimiz, öğrendiklerimiz ve deneyimlediklerimizle çizdiğimiz o keskin çizgilerin bir anda nasıl kaybolabildiği oldu. Tüm o mutsuzluğu ve kaçışlarına, içinde uyanan tutku ile kendince bir son vermek istediğinde ise o çizgilerin onu muhtemelen tehlikelerden nasıl koruduğuda insanı ikilemde bırakan yanı sanırım. Güvenli bölgede kırılmadan süren bir yaşam mı ? Duyguların peşinden gidip risk almak mı? Bu soruya bir cevap aramıyor kitap, bunlar benim sorularım oldu. Bayan C. için bir diğer ihtimal bu adamı kaderine terketmek olacaktı ama o zamanda mutlaka farklı biri olarak yaşayacaktı. Yaşadığımız her kötü olay bizden birşeyleri eksiltirken aslında başka şekillerde katkı sağlıyor. Ve tam tersi içinde geçerli bu tabi. İşte böyle, kitabın konusu geçmişte bir anısını anlatan yaşlı bir kadın gibi görünürken insan kendini değişik sorular içinde buluveriyor. Kesinlikle Zweig'ı sevmemin en büyük nedenlerinden biri bu. Bir diğer nedense kesinlikle tasvirlerindeki derinlik ve yarattığı gerçeklik hissi.
     Korku'yu okurken, Zweig'ın, bir kadının iç dünyasına bu denli hakim oluşuna, bu denli iyi tanımlayıp ifade edişine gerçekten hayran kalmıştım. Bu eseriyle birlikte bu hayranlığı katlamış olabilirim. Tamam, karmaşık görünebiliriz ama bilimsel olarak bakınca öngörülemez ya da anlaşılamaz değiliz. Zweig ise tüm bu profesyonel tanımları aslında anlayabileceğimiz şekilde ve satırlar süren tasvirlerle anlatıyor. Bana, bayan C. nin kalbini, ruhunu tüm detaylarıyla bu kadar güzel açabilmesi kesinlikle gerçek bir yetenek olduğunun göstergesidir.
     Ayrıca son bir detay eklemek isterim ki bence önemli; yazıldığı tarihlere baktığımızda gerçekten çağının ötesinde bir fikir insanı olduğu oldukça açık diye düşünüyorum. Aldığı felsefe eğitimininde bunda kuşkusuz rolü vardır. Bu eserde, cinsellik konusunun ahlak kuralları dışında tutulup öznelleştirilmesi, kişi tercihlerine saygı duyma boyutunda ifadesi ve cinsiyetçilik karşısında duruşu, yazıldığı tarih düşünüldüğünde oldukça etkileyici bir bakış açısı ve düşünce şeklidir.
     Ruhlarımızdan, kalplerimizden, duygularımızdan, dünyalarımızdan birşeyler bulabileceğimiz; bizden... Yargılamadan, olduğu gibi, yazdığı gibi, hissettirdiği gibi...

Keyifli okumalar.
18/09/2018


Yazar : Stefan ZWEIG
Sayfa Sayısı : 96
Yayınevi : İndigo Kitap
Yayın Tarihi : 2018
Çeviri : Ogün Duman
Tür : Öykü


ALTINI ÇİZDİKLERİMDEN;

  • "Bir kadının,hayatının bazı anlarında istemeden ve farkında olmadan bazı gizli güçlerin esiri olabileceği gerçeğini reddetmesinin altında; insanın kendi iç güdülerinden,doğasındaki şeytanlıklardan korkmasının yattığını, bazı insanların kendilerini "kolay baştan çıkarılanlar"dan daha güçlü,daha namuslu,daha temiz hissetmekten zevk aldıklarını söyledim."
  • "Ben şahsen bir kadının özgürce ve tutkuyla içgüdülerinin peşine takılmasını, genellikle alışılageldiği üzere, kocasının kollarında onu kapalı gözlerle aldatmasından daha dürüst bulurum."
  • "Tüm acılar korkaktır, kendisinden daha güçlü olan yaşama isteği karşısında geri çekilir, çünkü bedenimizin her hücresinde yerleşmiş olan yaşama isteği, ruhumuzdaki ölüm tutkusundan çok daha güçlüdür.”
  • Beklenmedik şeyler yaşamış bir insan için ‘imkânsız’ sözcüğünün anlamı kalmamıştır.”
  • belirli bir hedefi olmayan her hayat bir hatadır.”
  • Minnettarlık, insanlarda bu duyguyu görmek çok enderdir ve özellikle en çok minnet duyan insanlar bu minnetlerini ifade edemezler, şaşırmış bir şekilde susarlar, utanırlar ve bazen duraklarlar, duygularını saklamak için.”
  • Kibirle, şımarıkça, ruh, fikir, duygu dediğimiz, ıstırap dediğimiz şeylerin aslında ne kadar da zayıf, zavallı, acı veren şeyler olduğunu korkuyla hissediyorum, çünkü bunlar en üst düzeyde bile olsa acı çeken, kıvranan insan bedenini tamamen yok edemiyor.”
  • Beni o kadar çok yaralayan şey, hayal kırıklığıydı.”
  • Bir yüreğin adamakıllı sarsılabilmesi için her zaman ille de kaderin güçlü bir tokadı ya da her şeyi sert bir şekilde söküp atan bir güç gerekmez; hatta gelişigüzel nedenle yıkımı yaratmak, kaderin ele avuca sığmaz heykeltıraş isteğini tahrik eder. Biz insanoğlu, kendi anlaşılmaz dilimizde bu ilk hafif dokunuşlara bahane deriz ve onun o küçücük cüssesiyle çoğu zaman muazzam etkili gücüne şaşar kalırız; fakat bir hastalık nasıl sinsice ortaya çıkarsa, bir insanın kaderi de ancak her şey gözle görülür hale geldiğinde ve olaylar başladığında kendini belli eder. Kader, yüreğe dıştan dokunmadan çok önce beyinde ve kanda içten içe ilerler her zaman.”





                                                                                                                                             

YAZAR HAKKINDA;
Ülkemizde Satranç adlı kısa öyküsüyle ve psikolojik tahlillerle desteklediği muhteşem biyografi eserleriyle tanınan Avusturyalı roman, tiyatro, biyografi yazarı ve gazeteci Stefan Zweig, 28 Kasım 1881 yılında Viyana’da doğdu. Stefan Zweig kitapları birçok türde kendilerinden söz ettirmektedir. Zweig; öykü, roman, ve tiyatro oyunu dışında biyografi ve deneme kitapları da yazdı. Stefan Zweig eserleri arasında ayrıcalıklı bir konumda olan biyografilerde yazar; edebiyat, felsefe ve siyaset alanında öne çıkan isimlerin hayatını kaleme aldı. Bu biyografiler arasında “Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski”; “Kendi İçindeki Şeytanla Savaşanlar: Hölderlin, Kleist, Nietzsche”; Marie Antoinette, Magellan, Amerigo, Fouche, Erasmus, Stendahl eserleri dikkat çekmektedir Stephen Zweig, II. Dünya Savaşı yıllarında Avusturya’nın İlhakı (Anschluss) neticesiyle Yahudi asıllı olması nedeniyle ülkesinden sürüldü. Sürgündeki ilk hayatına İngiltere’deyken başlayan yazar daha sonra Brezilya’ya gitti ve 2. Evliliğini yaptığı Lotte Altman ile Rio de Janeiro’ya yerleşti. Yazar, Hitler’in getirdiği faşist dünya düzeninin değişmeyeceğini sanarak büyük bir kedere ve umutsuzluğa kapıldı ve eşiyle birlikte intihar etti.


Devamını oku »

KORKU - STEFAN ZWEIG


     23 yaşında felsefe doktorasını tamamlayıp, yazmaya başlayan Zweig, bir çok başarılı eseri kaleme almasının ödüllerle taçlandırıldığı Zweig, nazi zulmüne karşı durup düşüncelerinden ödün vermeyen Zweig, zulümden kaçmak adına vatansız kalan ve bunun acısını çeken Zweig, Rolland ile savaş karşıtlığına öncülük eden Zweig, bir yandan kitapları yakılırken diğer tarafta yazmaktan vazgeçmeyen Zweig, vatanından uzaklarda, Montaigne'nin “ En gönüllü ölüm, ölümlerin en güzelidir.” alıntısından ilham alarak sevdiği kadınla aynı zehir şişesini paylaşan Zweig, gelecekle ilgili tüm umutsuzluğu, yorgunlukları ve yürek acıları ile son nefesini veren Zweig... Kitaplarından önce hayatını, dostlarını, paylaşımlarını, yaşamına dair olabildiğince tüm detayları okumak...Bu şekilde sana dair okuduğum her satır çok daha anlamlı, çok daha derin, çok daha etkileyici. Ve yine Freud...Freud'un Zweig ile olan dostlukları, zaman zaman kitap karakterlerini yaratırken aldığı destek ve onun düşüncelerinden etkilenerek yaptığı analizler. Kitabı okurken bu kadar tanıdık gelmesinden anlamam gerekirdi. Zweig'ın muhteşem psikolojik analizlerinin yine aynı güzellikle kelimelere dökülmesi ve zaman zaman hissedilen hafif bir Freud esintisi. Büyük yeteneklerin birbirlerinden edindikleri ile ortaya çıkan eserlerin eşsizliği ise su götürmez bir gerçek.
     Uzun zamandır Zweig okumaya başlamak istiyordum ancak elimde bekleyen çok kitap vardı. Hala var ama ben dayanamadım ve “Korku” ile başladığım Zweig okumalarım, uykusuz okumalara ve oradan bu “nasıl ifade etsem bilemiyorum” dediğim satırlara dönüştü. Yaptığım en doğru şey önce hayatını okumak oldu ve ilk tavsiyemde ısrarla bu olacaktır. Ancak bu şekilde bir kesimin iç karartıcı olarak ifade ettiği satırların derinliklerini anlamak mümkün.
     Kitap konusu, öyle arka kapak okunup “eşini aldatan bir kadının hikayesi” şeklinde tanımlanamayacak kadar derin. Irene dönemin burjuva sınıfına dahil, bir savunma avukatı ile 8 yıldır evli, 2 çocuk annesi bir kadındır. Bir noktada heyecanını yitirdiğini düşündüğü evliliğini alt sınıftan bir piyanistle kurduğu dostlukla tehlikeye atmıştır. Bir gün sevgilisinin evinden ayrılırken yine alt sınıftan bir kadının onu tanıdığını farkeder. Bu endişe ile yaşadığı ilişkiyi sonlandırma düşüncesi içindeyken aynı kadının şantajları başlayacaktır. Irene bir yandan bu şantajlar nedeni ile psikolojik olarak tamamen dağılırken bir yandan da hayatı, çocukları ve evliliği ile ilgili sorgulamalar içerisine girecektir. Tüm bu konularda yeni farkındalıklar oluşacak ve bunlar Irene'i çok daha çıkmaz bir yola sürükleyecektir.
      Kitap oldukça kısa ancak okumak biraz uzun sürebiliyor. En azından ben bir kerede bitiremedim. Öyle kısa oluşu sizi aldatmasın, kitap, okurken bir an kopup kendi yaşamımıza döndüğümüz, kendi içimize şöyle bir göz atıp Irene'in sorgulamalarına ve farkındalıklarına kendi hayatımızdan karşılıklar bulmaya başladığımız anlar yaratıyor. Bu noktada alışılagelenden uzun bir okumaya neden oluyor. Genel karakter olarak oldukça kasvetli bir havası var. Ama okuyucuyu öyle aşağıya da çekmiyor aksine düşündürüyor. Bir diğer beğendiğim tarafı ise, Zweig'ın, sıradan gibi görünen bu konuyu “bir erkek bir kadının iç dünyasını nasıl bu kadar iyi anlar ve ifade edebilir” diyecek kadar derin ve çok yönlü tahlil etmesi ile oluşan sürükleyicilik. Son satırlara kadar gerilimi arttırarak, son satırlarda ise beklenilenden çok farklı bir sonla bizi karşılıyor Zweig. Çok okumanın da kitap sonlarını tahmin etmeye yetmeyeceğinin en güzel kanıtı olsa gerek.
Piyanist kitabın sayfaları arasında tamamen unutulup gidiyor, haklı haksız, doğru yanlış, iyi kötü tüm değerler ne olduğunu anlamadan yer değiştirmeye başlıyor. En suçlu görünen Irene, bir noktada en derinlerde hissedilen, kendisi için iyi hisler beslenen, kurtarılması için hep bir gelişme beklenen karakter haline dönüşüyor. Kitapta anlatılan bir aldatma hikayesi değil, Irene'in yaşadıkları ile iç dünyasında meydana gelen o inanılmaz çöküşün ilmek ilmek işlenmesi. Hiçbir karakterin fiziksel özellikleri vurgulanmıyor, adı olan sadece Irene ve eşi Fritz. Önemli olan eylemin sonucu ve yarattığı psikolojik yıkım.
     İtiraf edememenin sebep olduğu vicdan azabı, yakalanma korkusundan kaynaklanan o büyük huzursuzluk, herşey ortaya çıktığında olacaklar nedeniyle duyulan kaygı. Aslında tüm bu duyguların özünde olan “KORKU”... Ve bu korkudan kaynaklanan itiraf edememe. Kısır döngü ve yaşamadan bilinemeyecek bir sonu zamana bırakıp beklemek.
     Nasıl bakmak istediğinizle ilgili olduğunu düşündüğüm bir diğer tarafı ise halkın sınıflara ayrılması ile ortaya çıkan farklılıklar ve zaman zaman bunların çeşitli tasvirlerle ortaya konması. Ancak ben daha çok psikolojik yönüne ağırlık vererek okumayı tercih ettiğim için bu kısmı üzerinde çok durmadım. Kitabı okurken bir yerden sonra tüm yan karakterlerin ve detayların unutulması üzerinde durulması gerekeni ister istemez Irene'in iç dünyası yapmakta, yani aslında Zweig bizim yol haritamızı olmasını istediği gibi en baştan şekillendirmiş diye düşünüyorum.
     Zweig'ın bir dönem kendisinde teselli bulmaya çalıştığı Goethe der ki “Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir.” Zweig'ın hayatını okurken bu alıntı aklıma geldi. Ne kadar uygun düştü Zweig için. Ve Zweig alıntılarında en çok etkilendiğimse “ bütün yalnızlar gibi özgür ve bütün özgürler gibi yalnız” ifadesi oldu. Zweig okumaya devam edeceğim, tavsiye ediyorum, asla kayıp olmayacaktır.

Keyifli okumalar;
11/09/2019

KİTAPTAN ALINTILAR;


  • Korku cezadan daha berbattır, çünkü ceza bellidir, ağır veya hafif; bilinmeyene, sınırlandırılmışa kıyasla ceza, daha az ürkütür. Cezasının ne olduğunu anlayınca kız rahatladı. Ağlaması seni şaşırtmasın: Gözyaşları şimdi dışarıya akıyor, daha önce içeride birikip kalmıştır. İçerdeki gözyaşları dışarı akandan daha fenadır.”

  • Korku cezadan çok daha beterdir, çünkü ceza bellidir, ağır da olsa, hafif de, hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar, o sonsuz gerilimin ürkünçlüğü kadar kötü değildir.”

  • Belki de... Utançların en büyüğü... İnsanın kendine en yakın bildiği kimselere karşı duyduğu utançtır.”

  • Zamanın çoktan sildiği bir hata için cezalandırılabilir miydi insan ?



Orjinal Adı: Angst
Yazar : Stefan Zweig
Sayfa Sayısı : 95
Yayınevi : İndigo Kitap
Yayın Tarihi : 2018
Çeviri : Ogün Duman
Tür : Öykü ( Hikaye)


                                                                                                                  
YAZAR HAKKINDA;

Ülkemizde Satranç adlı kısa öyküsüyle ve psikolojik tahlillerle desteklediği muhteşem biyografi eserleriyle tanınan Avusturyalı roman, tiyatro, biyografi yazarı ve gazeteci Stefan Zweig, 28 Kasım 1881 yılında Viyana’da doğdu. Stefan Zweig kitapları birçok türde kendilerinden söz ettirmektedir. Zweig; öykü, roman, ve tiyatro oyunu dışında biyografi ve deneme kitapları da yazdı. Stefan Zweig eserleri arasında ayrıcalıklı bir konumda olan biyografilerde yazar; edebiyat, felsefe ve siyaset alanında öne çıkan isimlerin hayatını kaleme aldı. Bu biyografiler arasında “Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski”; “Kendi İçindeki Şeytanla Savaşanlar: Hölderlin, Kleist, Nietzsche”; Marie Antoinette, Magellan, Amerigo, Fouche, Erasmus, Stendahl eserleri dikkat çekmektedir Stephen Zweig, II. Dünya Savaşı yıllarında Avusturya’nın İlhakı (Anschluss) neticesiyle Yahudi asıllı olması nedeniyle ülkesinden sürüldü. Sürgündeki ilk hayatına İngiltere’deyken başlayan yazar daha sonra Brezilya’ya gitti ve 2. Evliliğini yaptığı Lotte Altman ile Rio de Janeiro’ya yerleşti. Yazar, Hitler’in getirdiği faşist dünya düzeninin değişmeyeceğini sanarak büyük bir kedere ve umutsuzluğa kapıldı ve eşiyle birlikte intihar etti.

Devamını oku »

HİPNOZCU - RICHARD BACH



      Richard Bach; “Martı Jonathan Livingston” ile kendisini tanıyıp hayran olduğum, “Sonsuza Uzanan Köprü” ile farklı yönlerini keşfettiğim ve “Hipnozcu” ile beni bir kere daha kendisine hayran bırakmış yegane yazar. Kitabı uzun zaman önce edinmiştim, ara verdiğim uykusuz okumalarıma hızla geri dönmemle bekleyen tüm kitapları bir bir bitirmeye başladım. Onların bir kenarda öyle “okunmayı bekliyoruz” hissiyatı yaratarak yüzüme yüzüme bakan halleri de karşılıklı bir huzur buluşla sona eriyor böylece.
     Kendiside bir dönem pilotluk yapmış olan yazarımız bu defa metafor olarak uçağı tercih etmiş. Jamie bir gün havadayken hayatını değiştirecek o anonsa yanıt verir. Maria isimli kadın eşinin rahatsızlandığını ve uçağı indirecek kimse olmadığını bildirmektedir. Jamie onunla birlikte uçağı yere indireceklerini söyler ve onu buna inandırır. Kadın uçağı sağ salim yere indirir ve Jamie'ye onu hipnotize ettiğini söyler. Jamie bu söylem üzerine yıllar öncesinde katıldığı bir hipnoz gösterisini düşünür. Sahneye gönüllü olarak çıkmıştır ve aslında hiç orada olmayan duvarların ardında kalmış çıkamamıştır. Bu süreçleri düşünüp sorgularken Dee ile tanışır ve artık onun için herşey çok farklı olacaktır. Hayat denilen şey aslında önermelerden ibarettir. Doğduğumuz andan itibaren bize dayatılan, önümüze konulan tüm yapabileceklerimiz, yapamayacaklarımız, inançlarımız, doğru ve yanlışlarımız, kültürlerimiz herşey aslında önermelerden ibarettir ve biz bunları aslında gönüllü olarak kabul etmekteyizdir. Dee, Jamie'ye açtığı pencerede bu önermeleri kabul etmeme seçeneğide olduğunu ve hayatını baştan kendi önermeleri ile yeniden düzenleyebileceğini gösterir. Bu noktadan sonra Jamie önlenemez bir şekilde bu konu üzerinde okumaya, düşünmeye, düşündükçe sorgulamaya başlar ve bir noktadan sonra ufak ufak önermelerle hayatında değişiklikler yapmaya başlar. Ve bu kesinlikle işe yaramaktadır, değişim çok hoşuna gider ve tüm o olumsuz önermeleri olumluluları ile değiştirerek tüm hayatını çok başka bir noktaya getirebileceğini görür.
      Özet aslında kitap içeriğine göre biraz sığ kaldı ama 156 sayfalık bu kısa kitabı, Jamie gibi düşünmeye çalışarak, Dee'nin pencerelerinden bakmaya çalışarak ve bir noktadan sonra kendi hayatımdaki önermeler denizini düşünerek okuyunca oldukça uzun sürede okudum. Ve her okuyucunun kendi adına farklı önermelerle, farklı sonuçlara varacağına inandığım için sadece genel bir özet geçmek istedim.
      Martı ile benzerlikleri de yok değil. Yine iç dünyada sorgulamalar, yine etraftan gelen olumlu ya da olumsuz önermeler, yine bir noktada tüm bu sorgulamalar sonucu ulaşılan o zirve ve zirvedeyken yine etraftakilere, içlerindeki potansiyeli görmelerine olanak sağlamak için girişilen çalışmalar. Bunu bir iskelet olarak düşünürsek yine aynı iskelet üzerine kurulmuş ama bu defa hayatı; çekim yasaları, önermeler, koşullanmalarımız çerçevesinde bize sunan Jamie'nin bakış açısı ile anlatmakta. Ve onun içsel yolculuğuna eşlik eden biz. Koşullanmalarımız nedeniyle düşünmeden tüm önermeleri kabul ettiğimiz ve hayatımızı belki de bambaşka şekilde yaşamamıza engel olan yine kendimiz...
     Kitabın bu önermeler mantığını çok sevdim ve en çok etkilendiğim cümle ise; “olumsuz önermeleri olumluları ile değiştirmek” oldu. Öyle sanıyorum ki aslında tüm olay bunun etrafında ve değişimide beraberinde getirecek olan kısım bu. İyi düşün iyi olsun gibi görünse de bu biraz daha farklı. Kesinlikle Bach'ın bakış açısı ve anlatımı ile okumalısınız diye düşünüyorum.
     Büyük puntolarla yazılması, sayfa sayısının az olması ve birazda kapağına bakınca bir çocuk kitabı havası olsa da kesinlikle yetişkinler için bir çalışma.
Bach'ı daha önce okumuş olanlar için oldukça tanıdık gelecek, bu defa biraz daha farklı bakmamızı ve sorgulamamızı sağlayacak bence kısa ama gayet iyi bir içerik. Her ne kadar “Martı”kadar duyulmasa da bir o kadar dolu ve gelişime açık zihinler,ruhlar için güzel bir kaynak.
Keyifli okumalar;
20/08/2018



Orjinal Adı: Hypnotizing Maria
Yazar : Richard BACH
Sayfa Sayısı : 156
Yayınevi : APRIL Yayıncılık
Yayın Tarihi : 2014
Çeviri : Cihat TAŞÇIOĞLU
Tür : Felsefe, Kişisel Gelişim



ALTINI ÇİZDİKLERİM;

  • Kendi inançlarımıza asla tutsak düşmememiz gerekir.”

  • Kendi yolumun dışına çıkıyorum. Düşselliği saçma kabul ederek her dakika bastırmak, bir yana itmek yerine ona güveniyorum.”

  • Hipnoz kabul edilen bir önermedir.”

  • Kabullediğimiz kavramlar kalabalığı duyduğumuz, gördüğümüz ya da dokunduğumuz tüm önermelerden çıkıp bizim gerçeklerimizi oluşturuyordu. Gerçekleşenler isteklerimiz ya da düşlerimiz değil, kabullendiğimiz önermelerdi.”

  • Hipnoz kabul edilen önermelerden başka Bir şey değilse, etrafımızda algıladığımız dünya da bizim fırçamızdan çıkmış bir tablo olmalıydı.”

  • Kuralları izlemezsen oynamana izin verilmez.”

  • Uyumla hareket edenler hipnotize olmaya rıza gösterir.”

  • Ben bir ruhum! Bu halüsinasyon dünyanın inançlarıyla sınırlı değilim ve öyleymiş gibi davranmayacağım!”

  • Zaten öğrenmeyi seçtiğimiz kavramlarla duygusal ilişki kurduğumuz zaman onları çok daha kolay kavramıyor muyuz ?”

  • Kimse benim için kararlar alamaz; tavsiyesini kabullendiğimde, o yönde davranmaya karar veren merci ben, kendimim. Bin farklı şekilde hayır demeyi seçebilirim.”

  • Dünyanın sana sunabileceği zamanın tamamını kullan ve lütfen bunun ne anlama geleceğini düşün.”

  • Onaylama.Karşı hipnoz.Sürekli, hiç durmadan yapılacak bildirimler. Olumsuz önermeleri atıp, yerlerine olumlu önermeler alıp onları güçlendirmek yoluyla de-hipnotize edersin kendini.”

  • Olumsuz bir sınav değildir; başarısız olduğunda yüzleştiğin şeydir olumsuz.”

  • Her birimiz ölmeyen Gerçek'in anlık parlaması ve kıvılcımlarıyız.”

  • Dönüşmeyi seçtiğim kişi olmak için gereken herşeye sahibim.”


                                                                                                                                          
YAZAR HAKKINDA;
Richard Bach 23 Haziran 1936 yılında ABD'de doğdu. 1955'te Long Beach State College’e başladı. Kurgu ve hayal konusunda birçok eser yazdı. Kitaplarının çoğunu kendi hayatından esinlenerek yazdı. Hava Kuvvetleri’nde pilot olarak çalıştı. Ardından birçok işe girdi. Kitaplarının çoğunda bir şekilde uçmaktan bahsetti.
1970 yılında; bir martının hikâyesini anlatan kitabı “Martıyı yazdı. Kitap 10.000 sözcükten daha az olmasına rağmen kurgu ve kurgu dışı kitaplar arasında en çok satan oldu. Rüzgarla Uçmak’a kadar en çok satanlarda yer aldı. Bach 1977'de, Martı filmini çektiği sırada, aktris Leslie Parrish ile evlendi. Bach’ın “Sonsuza Uzanan Köprü” ve “Bir” eserlerini etkileyen kişi oldu. 1999'da boşandılar.
Devamını oku »

FAHRENHEIT 451 - RAY BRADBURY

     Uzun zamandır oldukça azalttığım uykusuz okumalarım bu kitapla tekrar zirveye çıktı diyebilirim. 2 gecede bitirdim ve gerçekten inanılmaz keyif aldım. Konusu, anlatımı, sürükleyiciliği; nereden bakarsam bakayım kesinlikle çok iyiydi. Yine uzun zaman önce yazılmış, yine bir distopya. Cesur Yeni Dünya'dan sonra bu kitap aslında tamamen tesadüf oldu. Konusunun kitaplarla ilgili oluşu, kitapların olmadığı ve olanların yok edildiği bir gelecekle ilgili oluşu oldukça ilgi çekici geldi.
     Fahrenheit 451 : Kitap kağıdının tutuşup yanma sıcaklığı. Kahramanımız Montag itfaiye teşkilatında çalışmaktadır. Ancak bu belirsiz gelecekte itfaiyecilerin görevi sadece kitapları yakmaktır. Eğitim tamamen farklı bir hal almış, spor ve aktiviteler üzerine şekillenmiştir. Günlük yaşam; çalışma ve sonrasında ise tamamen eğlenmek dedikleri garip alışkanlıklar çerçevesinde sürmektedir. Araba ile hız yapmak ve evlerinin duvarlarını boydan boya kaplayan tvlerde eğlence programıları izleyip, yine aynı ekranlarda aile dedikleri kişilerle konuşmaksa en büyük eğlenceleridir. Bu yeni dünya da eğlenmek mutlu olmak demektir. Sormak, sorgulamak, okumak, öğrenmek gibi kavramlar tamamen tehdit unsurudur. Kitaplar ise en büyük düşmandır. Yakılmaları, yok edilmeleri,bulunduranların ise cezalandırılmaları gerekmektedir. Toplum okursa öğrenir, öğrenirse sorgular,sorgularsa ( onlara göre ) mutsuz olur. Bu kısım günümüz toplum yapısına bakınca oldukça tanıdık geliyor. Montag iç dünyasında bir nedenle hep arayış içinde ve mutsuz bir adamdır. Yaptığı işi sevdiğini düşünmekte olsa bile içinde bir yerlerde birşeylerin yanlış olduğunun hep farkındadır. Clarisse ile tanıştığında ise artık o bilinmeyenler şekil almaya başlar. Clarisse'in okuyan ve okuyan insanlarla zaman geçiren biri olduğu bellidir ama Montag onu asla ele vermez. Onunla arkadaşlıkları süresince bir nevi uyanma evresine girer. Sorgulamaya başlar, “neden kitaplardan bu kadar korkulduğunu” anlamak ister. Ve bir gün komşusunun ihbar ettiği yaşlı bir kadının evine gider. Kadın kitapları ile birlikte yakılmayı tercih eder ve bu olay Montag'in onlara göre yoldan çıktığı, okuyucuya göre doğru yolu bulduğu olay olur. Hayatı tamamen değişir, herşey kontrolden çıkar. O okuduklarını anlamak istemektedir, çünkü kitaplardaki bir çok kavramda onun için yabancıdır bu süreçte ona eski bir eğitimci olan yaşlı Faber rehberlik edecektir... Tüm hayatının kağıttan bir kule gibi nasıl yıkıldığını izlerken bir noktada da içinde bir yerlerde bunların olacağını hep bilmektedir.
     Konunun akıcılığı, anlatımı ve detaylı tasvirlerle yarattığı gerçeklik hissi çok başarılı bir şekilde verilmiş. Bilim kurgu tarafında çok detaylı olmasa da özellikle tazılar oldukça etkileyici bir buluş olmuş. Montag'e önce kızarak başladığım yolculuk bir anda onunla karanlık arka sokaklarda koşarken ve yakalanmasın diye umarken kendimi buluşumla devam etti. Karakterin iç dünyasına dair o kadar çok detay var ki onu anlamamak ve hissetmemek bence mümkün değil.
     Bir gün içinde kitapların olmadığı, teknolojinin kitap okumanın ve kitap kavramının önüne geçeceği, aslında zamanımıza bakıldığında oldukça gerçekçi bir öngörü. Tüm kitaplar için olmasa da günümüzde, devletlerin çıkarları doğrultusunda kitap yasaklayabilmeleri de aslında bundan çok farklı değil.
     Ve anka kuşu ile ilgili benzetme... O kısım öyle geniş bir zamanın tanımıdır ki. Yüzlerce yıllık geçmiş ve inanıyorum ki insanlığın bundan sonraki tüm geleceğini içinde barındırır... Hayranlıkla okudum.
     Konuya kitaplar olarak bakıldığında benim için oldukça ürkütücü ve çok iyi bir eser. Hala okumayanlar için, türü sevenler ve hatta sevmeyenler için bile tavsiye ederim. Yazarın her karaktere kendinden bir özellik katması gibi, her karakterde kendimizden birşeyler bulabileceğimiz kadar iyi...
Şimdiden keyifli okumalar.
16/08/2018

**Ayrıca kitap ilki 1966, ikincisi 2018 yıllarında sinema filmi olarak uyarlanmıştır. Ben henüz izlemedim ancak ilk fırsatta ikisinide izleyeceğim. 

1966 

2018


Orjinal Adı: FAHRENHEIT 451
Yazar : Ray BRADBURY
Sayfa Sayısı : 202
Yayınevi : İthaki Yayınları
Yayın Tarihi : 2018
Çeviri : Dost KÖRPE
Tür : Distopya / Bilim Kurgu


ALTINI ÇİZDİKLERİM;

  • İyi bir iş. Pazartesileri Millay,çarşambaları Whitman, cumalarıda Faulkner kitaplarını yakıp kül ederiz; sonra da külleri yakarız. Resmi sloganımız bu.”

  • Hani uyanıpta saate bakmak istersiniz ve saatin size vakti dakikasına ve saniyesine dek söylediğini görürsünüz, beyaz bir sessizlik içinde parlamaktadır, tamamen kendinden emindir ve ilerideki karanlıklara, ama aynı zamanda yeni bir güneşe doğru da hızla ilerleyen gece hakkında ne söylemesi gerektiğini bilir.”

  • Kadın kitapları arasında diz çökmüştü; ıslak deri ve kartonlara dokunuyor, yaldızlı başlıkları parmaklarıyla okuyordu.”

  • Bir kadının yanan bir evde kalmasına yol açtıklarına göre kitaplarda birşeyler olmalı...hayal edemeyeceğimizbir şeyler; orada bir şeyler olmalı. İnsan bir hiç uğruna kalmaz.”

  • Bir şeyin nasıl değil neden yapıldığını öğrenmek istiyordu. Bu utandırıcı olabilir. “Neden” diye sorarsan ve bunu sürdürürsen, sonunda epey mutsuz olabilirsin.”

  • Sağlam dur. Melankolinin ve iç karartıcı felsefenin taşkın akıntısının dünyamızı boğmasına izin verme.”

  • Özenle, bir çiçeğin taçyapraklarını tutar gibi. Birinci sayfayı yak,ikinci sayfayı yak. Bölüm bölüm, o sözcüklerin bütün saçma anlamlarını, bütün o boş vaatleri, bütün o papağan gibi tekrarlanan fikirleri ve zamanın eskittiği felsefeleri.”

  • Herkes ölünce ardında birşeyler bırakmalı derdi dedim. Bir çocuk, bir kitap, bir tablo, inşa edilmiş bir ev yada duvar, yapılmış bir çift ayakkabı. Elinin bir şekilde dokunduğu bir şey, öldüğünde ruhunun gideceği bir yer olsun diye; böylece insanlar ektiğin o ağaca veya çiçeğe baktığında, sen orada olursun. Ne olduğu önemli değil, dokununca onu değiştirdiğin ve ellerini çektiğinde sana benzeyeceği bir şeye dönüştürdüğün sürece...”

  • Onlar gösteri alayı caddeden gürültüyle geçerken Sezar'a “fani olduğunu hatırla Sezar” diyen muhafız kıtası gibiler.”- Faber kitaplardan bahsediyor!


                                                                                                                                  
YAZAR HAKKINDA
Ray Douglas Bɾadbuɾy (22 Ağustos 1920 - 5 Haziɾan 2012) koɾku ve bilim kuɾgu taɾzlaɾında yazan Ameɾikan biɾ yazaɾdıɾ. En çok bilinen kitaρlaɾı 1950'de yazdığı kısa hikâyeleɾ kitabı ve biɾ ɾoman olan The Maɾtian Chɾonicles, ve 1953'te yazdığı başyaρıtı olan Fahɾenheit 451 'diɾ. Los Angeles'ta 91 yaşında öldü.

Devamını oku »

CESUR YENİ DÜNYA - ALDOUS HUXLEY

      Bir distopya sever olarak, okumak için geç kaldığım bir eser oldu, bir çok kere ara vererek okumak durumunda kalsamda neticede bitirdim. Cesur Yeni Dünya ile çok başka bir dünyanın kapılarından giriyor, zaman zaman ütopya mı distopya mı diye sorguladığınız satırlar arasında geziniyorsunuz. Bununda bir açıklaması var elbette.
     Cesur Yeni Dünya, f.s.632 yılında Londra'da geçer. Endüstri devi Henry Ford ve teknolojileri bu yeni dünya düzeninin kurucusudur. İnsana ve bildiğimiz dünyaya dair bir çok kavram bu dünyada yok edilmiş, yasaklanmış veya ayıplanmıştır. Örneğin aile kavramı, anne baba olmak ayıp sayılmış, din,felsefe,sanat,bilim tamamen ortadan kaldırılmıştır. İnsanlar Ford'un üretim bantlarındaki kuluçka tüplerinde, daha ceninken şartlandırmalarla ve fiziksel özellikleri ile meslekleri belirlenerek üretilmektedir. Bebeklik dönemlerinde Pavlon'un yöntemi ile şartlandırılarak ve uykularında hipnopedi yöntemi ile sadece bilmeleri gerekenler öğretilerek büyütülmektedirler. Ki bu süreçler aslında bizlerin daha doğmadan ailelerimiz,doğduğumuz ülke, ekonomik şartlar, inançlar vs. gibi konularda zaten kaderlerimizin ve yaşam şekillerimizin büyük oranda şekillendiği gerçek hayatın teknolojik boyutu diye düşünüyorum. Kendilerini kötü hissettiklerinde kullandıkları soma adlı bir uyuşturucu ile her zaman mutlu olabilmektedirler. Ahlaki yargıları, sorumlulukları, gelecek endişeleri, varlık,yokluk gibi sıkıntıları olmadan ve fiziksel olarak hiç yaşlanmadan belli bir süre yaşamakta ve sonra ölmektedirler. Genel olarak tüketici bir toplum oluşturulmuş ve aldıkları ile duydukları hazzın onları uyuşturması ve mutluluklarının sürdürülmesi sağlanmaktadır. Savaşsız,hastalıksız,herkesin üzerinde düşeni yaptığı kusursuz bir toplum oluşturulmuştur. Sorgulamak, düşünmek gibi kavramlara tamamen yabancı olarak şartlanan bu insanlar dışında bir de kendilerinden tel örgülerle ayrılmış bir alanda yaşayan ve vahşi olarak tabir edilen günümüz insanları da vardır. Onlar bildiğimiz geleneksel yaşam şeklini koruyan, aileler kuran, inançları olan insanlardır. Ve bu insanlardan biri cesur yeni dünyaya gelerek hem kendi bildiklerini hem onların yaşamlarını sorgulayacaktır.
     Kitap konusuna dair uzun uzun yazmak istemiyorum, çünkü distopya/bilim kurgu türünde bir kitap olsa da felsefi anlamda oldukça derin bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Birey olmayı, toplumsal yapıyı, toplum anlayışını, ahlaki kavramları, inançları bir çok konuyu sorgulamaya neden olacak satırlarla dolu ve gerçekten “Dolu” bir kitap. Yazıldığı tarihe baktığımızda günümüzde bile bu kadar adından söz ettirmesi ve hala bu denli etki yartabilmesi hem yazarın öngörülerinin ve değerlendirmelerinin hemde anlatımının ne kadar derin ve güçlü olduğunun en büyük göstergesi diye düşünüyorum.
     Yaratılan dünyanın işleyişine ve bu işleyişteki kusursuzluğa baktığımda daha çok ütopya türünde bir eser denilebilir. Aslında bakış açısına göre de değişir bu kimi okuyucu için ütopya iken, cesur yeni dünyaya gelen “vahşi” için tam bir distopyadır. Yazarın, kitabı yazmaya başladığında, tam olarak hangisi olduğuna kendisininde karar vermeden başladığını okuduğum bir yazısından anladığım kadarı ile, bu durum aslında kitabın içerik olarak daha zengin ve etkileyici olmasına neden olmuş. İngiltere'nin 1929 dan sonra içinde bulunduğu ekonomik krizleri biraz araştırdığımızda konunun çerçevesinin oluşumunu da görebiliyoruz.
     Ayrıca kitapta kullanılan karakter isimlerinin tarihteki önemli isimlerin birleşimlerinden oluşması da sonradan öğrendiğim bir detay oldu. Karakter isimlerinin bu kadar tanıdık gelmesi de bu şekilde açıklığa kavuştu :)
     Cesur Yeni Dünya siz nasıl görmek isterseniz aslında öyle bir tür. Ben kendi adıma distopya türünde, derin,keyifli,şaşırtıcı ve felsefi yönü ile fazladan başarılı bir eser okudum. Daha çok uzun seneler okunacak kadar iyi ve gerçek bir klasik.
Keyifli okumalar;

08/08/2018


Orjinal Adı: Brave New Worl
Yazar : Aldous HUXLEY
Sayfa Sayısı : 255
Yayınevi : İthaki Yayınları
Yayın Tarihi : 2017
Çeviri : Ümit TOSUN
Tür : Bilim Kurgu / Distopya



KİTAPTAN ALINTILAR;

  • Ne sebeple olursa olsun hatalarınızın üzerinde kara kara düşünmeyin. Temizlenmenin yolu çamurda yuvarlanmak değildir.” ( Aldous Huxley önsözünden)

  • Ev; boğucu bir yaşam; bir erkek,düzenli olarak doğuran bir kadın, her yaştaki erkek ve kız çocuklarından oluşanbir güruhun balık sitifi yaşadığı bir kaç küçük oda, hava alamazsın,boş yer bulamazsın, mikroptan arındırılmamış bir hapishane; karanlık,salgın hastalıklar ve kötü kokular.” (ev ve aile kavramının tanımı )

  • Soma; hristiyanlık ve alkolün bütün avantajlarına sahipti ama yan etkilerini taşımıyordu.” ( soma: kullandıkları uyuşturucu )

  • Eski berbat günlerde yaşlılar hayattan elini eteğini çeker, emekli olur,kendini dine verir,zamanlarını okumaya ve düşünmeye ayırırlardı: Düşünmeye!”

  • Hayır,asıl sorun şu: Nasıl olurda yapamam ya da daha doğrusu yapabilseydim ne olurdu; şartlanmam beni köleleleştirmeseydi.”

  • İnsan mutluluk konusunda düşünmek zorunda olmasa, yaşam ne kadar eğlenceli olurdu!”

  • Eğer farklıysan, yalnızlığa mahkûm oluyorsun. Yalnız olana acımasız davranıyorlar. Biliyor musun, beni her şeyden dışladılar."

  • Bundan 20 yıl sonra yaptıkların değil, yapamadıkların için üzüleceksin; dolayısıyla halatları çöz, güvenli limandan uzaklara yelken aç, rüzgarı yakala, araştır, düşle, keşfet.”

  • Entelektüel üstünlüğü, ahlakî sorumlulukları da beraberinde getiriyor. İnsan ne kadar yetenekli olursa, insanları yoldan çıkarma gücü de o kadar büyük oluyor.”

  • Ben keyif aramıyorum. Tanrı'yı istiyorum, şiir istiyorum, gerçek tehlike istiyorum, özgürlük istiyorum, iyilik istiyorum. Günah istiyorum.”
    ''Aslında'' dedi Mustafa Mond ''siz mutsuz olma hakkı istiyorsunuz!''

  • Bu da mutluluk ve erdemin sırrıdır; yapmak zorunda olduğun şeyi sevmek. Tüm şartlandırmaların amacı budur: İnsanlara, kaçınılmaz toplumsal yazgılarını sevdirmek.”

  • Herhalde Epsilonlar Epsilonluklarından memnundurlar.” dedi yüksek sesle. “Elbette memnunlar.Nasıl olmazlar ki?Başka birşey olmanın nasıl olduğunu bilmiyorlar....”

                                                                                                                                       


YAZAR HAKKINDA;


Aldous Huxley, 1894'te İngiltere'de doğdu. Birçok ünlü bilim adamı ve sanatçı yetiştirmiş olan Huxley ailesinden geliyordu. Oxford'daki Eton College'da okuduğu sıralar gözlerindeki bir rahatsızlık yüzünden kör olma tehlikesiyle karşılaşınca öğrenimine ara vermek zorunda kaldı. Sonradan Balliol College'ı bitirdi. Edebî inceliğini ve zekâsını olduğu kadar, insan ilişkilerine duyduğu ilgiyi de ortaya koyan “Ses Sese Karşı”adlı romanıyla başarı kazandı. 1932'de yayınlanan “Cesur Yeni Dünyaadlı romanı, ütopya klasikleri arasına girdi. 1937'de ABD'ye yerleşen Huxley, roman ve denemelerinin yanı sıra Hollywood'da senaryo çalışmaları da yaptı. 1950'ler ve 1960'larda yayınlanan “Algı Kapılarıve “Adagibi yapıtlarında, 1960'ların gençlik alt kültürlerine de esin sağlayacak bazı temalar ağırlık kazandı. Deneme ve incelemelerini Denemeler, Edebiyat ve Bilim, Ekoloji Politikası gibi kitaplarda toplayan Huxley, 1963'te Los Angeles'ta öldü.

Devamını oku »